23 Mayıs 2013 Perşembe

Ana Yasa

Bir devletin nasıl yönetileceğini belirleyen,kişi hak ve özgürlüklerini düzenleyen yasalar bütününe anayasa denir.Anayasal bir yönetim yasama,yürütme ve yargı organlarında oluşur.Türkiye'nin ve öteki ülkelerin çoğunun yazılı bir anayasası vardır.Ama bazı ülkelerin anayasası yazılı hale getirilmemiştir.Örneğin İngiltere'nin yazılı bir anayasası yoktur.Bu ülkede devletin yönetim biçimi yüzlerce yıllık yasalara ve geleneklere göre belirlenir.
Türkiye'de ilk anayasa 1876'da Osmanlı döneminde yürürlüğe girdi.Bu anayasaya Teşkilat-ı Esasiye Kanunu denmişti.Kurtuluş Savaşı sırasında Ocak 1921'de egemenliğin milletin olduğunu belirten yeni bir anayasa kabul edildi.Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra,Nisan 1924'te daha kapsamlı bir anayasa yürürlüğe kondu.Bunu 1961 ve 1982 anayasaları izledi.Birçok ülkede olduğu gibi Türkiye'de de yürütme,yasama ve yargı organlarının güçleri ve ilişkileri anayasada belirlenmiştir.
Türkiyede Anayasaların Tarihi
Magna Carta (1215) ile dünyanın Anayasa hareketlerine öncülük etmiş olan İngiltere başta olmak üzere, hemen bütün demokrasi mücadelesi yapan ülkelerde anayasal metinlerin tek amacı olmuştur: İktidardaki mutlak hükümdarın yetkilerinin sınırlanması. Bunun tabii sonucu da hükümdar karşısında, vatandaş hak ve özgürlüklerinin sınırlarının genişletilmesidir.
Türkiye'nin siyasal gelişmesi içinde de anayasal hareketler yukarıdaki çizgiyi izlemiştir. Buradaki anayasal hareketler deyimi geniş onlamda kullanılmış olup, yalnızca Anayasa yapılması ile ilgili değildir. Osmanlı-Türk tarihinin iik Anayasa'sının 1876 tarihini taşımasına rağmen, anayasal hareketler çok doha önceleri başlamıştır.
Anayasal hareketler, yukarıda da değindiğimiz gibi, talepte bulunanlar açısından bir tür hürriyet mücadelesidir. Başlangıçta bu, hükümdar tebaasının (subject), vatandaş (citizen) olma, vatandaş statüsüne kavuşma çabasıdır. Hükümdara karşı girişilen mücadele sonunda, hükümdarın tebaası olmaktan kurtulan kişi, devletin vatandaşı olmaktadır. Bundan böyle vatandaş bir takım haklara ve hürriyetlere kavuşmakta ve haklar, hükümdarın tekelinden çıkarak vatandaşlarla paylaşılmaktadır. Bir kısım haklarını vatandaşlarıyla paylaşmak zorunda kalan hükümdarın haklarının alanı, doğal olarak, daralmaktadır.
Yeni Anayasa
Buraya kadar özetlediğimiz Türkiye'nin anayasal gelişmesinden ortaya çıkan sonuç şudur: 1808 yılından başlayarak günümüze kadar anayasal alanda hareketler hep, yönetimin yetkilerini sınırlamak amacına yönelmiştir. Bunlardan 1808 de Anadolu ve Rumeli âyanı tarafından yapılan ilk girişimden Padişah çok rahatsız olmuş ve ilk fırsatta bu sınırlamadan kendisini kurtarmıştır.
Daha sonraki 1839 Tanzimat Fermanı, 1845 Hattı Hümayunu, 1856 Islahat Fermanları da Padişahın tek taraflı iradesiyle tebnasına lûtuf olarak tanıdığı bir takım hakları ihtiva eder. Tanınan bu haklar, dolayısıyle Padişahın yetkilerinin de tabii olarak, bazı kısıtlamalara uğraması bahis konusuydu. Fakat bu fermanlar da hiç bir zaman Padişahın yetkilerini sınırlayamamıştır. Çeşitli çevrelerin, kişiyi tebaalıktan kurtarma, vatandaş yapma yolundaki çabaları genelinde, başarılı olmamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu'nun çökmesi, Padişahlığın ortadan kaldırılması üzerine kurulan Türk devleti Anayasalarından ikinci olan 1921 Anayasası bütün güçleri Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde toplamak istemiştir. Böylece Padişahın o zamana kadar gelen monokratik otoritesine, resmi olarak, son verilmek istenmiştir. Bir kurula dağıtılan otoritenin belirli bir kişiden alınıp, yaygınlaştırılması amacı güdülmüştür.
Cumhuriyetin 1924 tarihli Anayasası'nda görülen amaç da aynıdır. Ana fikir, monokratik otoriteyi ortadan kaldırmak, otoriteyi yaygınlaştırarak, demokratik bir katılım süreci içine girmektir. Yasama, yürütme güçleri arasında görev ayırımı, bunların ayrı organlara verilmesi 1924 Anayasası'nın esaslarıdır.
Buraya kadar işaret ettiğimiz bütün bu çabalara rağmen, hukuken oluşturulan durum yani tek şahıs otoritesinin kırılması ve otoritenin belli organlara yayılması hiç bir zaman tam anlamıyla gerçekleştirilememiştir. Beş yüz küsür yıllık Osmanlı geleneği ve alışkanlığı yıkılamamıştır. 1921 ve 1924 Anayasalarının hükümlerine rağmen, 1938 e kadar büyük kurtarıcı Mustafa Kemal Atatürk'ün ve 1938 den 1950 ye kadar Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün, 1950 den 1960 a kadar da Başbakan Adnan Menderes'in kişisel otoritelesi, Meclislere rağmen, etkinliğini korumuştur. Bu durum, 1961 yılına kadar devam etmiştir.
1961 de yapılan yeni Anayasa ile yüz yıllardan beri süregelen çabalar, kesin bir sonuca ulaştırılmak istenmiştir. Bugüne kadarki tarihimizde ilk kez 1961 de bu istem başarılı olmuş ve monakratik otorite ortadan kaldırılmıştır. Otoritenin bir tek kişinin elinde toplanması önlendiği gibi, bir grubun elinde yoğunlaşması da istenmemiştir. Otorite, çeşitli kurumlar arasında dağıtılmış, böylece on dokuzuncu yüzyıldan beri istenip, bir türlü ulaşılamayan yürütme gücünün yetkilerinin sınırlanması başarılmıştır.
Bu varılan sonuç, özellikle aydınlar tarafından, çok uzun yıllardan beri istenen ve sürdürülen gelişme çizgisine uygun bir sonuçtur. Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana, parlemanter sisteme giden bir çizgi izlendiği doğrudur. Fakat bu gidişte başarıya ulaşıldığı söylenemez. Atatürk ve İnönü gibi olağanüstü liderlerin yararlı olan etkinlikleri, onlar sonrası liderler döneminde zararlı olmaya başlamıştır.
1808 den beri gelen gelişme ve arayış ilk kez 1961 Anayasasıyla gerçekleşmişti. Fakat bu kez da aşırılığa kaçılmıştır. Yetkileri, bir kurul lehine, sınırlandırılmak istenen yürütmenin gücü, adeta yok edilmiştir. Anayasa'nın 4. maddesindeki ''millet egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır'' fıkrasına dayanarak, yürütmenin gücü bir çok güç odaklarıyla sınırlandırılmıştır. Bunda o kadar ifrata kaçılmıştır ki sonuçta, güçleri sınırlı bir yürütme yerine, güçsüz bir yürütme organı ortaya çıkmıştır. 1961 yılından 12 Eylül 1980 askerî müdahalesine kadar geçen süredeki olaylar göz önüne alınırsa, düzenlemenin başarısızlığının çıktığı kolayca anlaşılır. Yıllarca süren yürütme gücü bunalımı, bilindiği gibi, devlet mekanizmasını işlemez hale getirmiş ve giderek vahimleşen durum, bir askerî müdahaleyle ancak sona erebilmiştir.
Diğer bir önemli nokta, bugüne kadar sürdürülen, parlemanter sistem kurma, yürütmenin yetkilerini iyice sınırlayıp, hak ve hürriyetleri mümkün olduğu kadar artırma çabaları, bir elit tarafından yürütülmüştür. Bazan çalışma, bazan mücadele şeklinde yürütülen bu çabalar, büyük halk kitlelerinin dışında cereyan etmiştir. 1808 Senedi İttifakı, 1839 Tanzimat Fermani ve diğer fermanlarla 1876, 1921, 1924 ve 1961 Anayasaları halktan ve alttan gelen istem ve tepkinin değil aydın grupların eseridir. Halk tarafından benimsenmeleri bahis konusuysa da halk tarafından başlatılmış olmaları söz konusu değildir.
O halde bugüne kadar, aydınların öncülüğünde, sınırlandırılmış bir yürütme istikametinde yapılan denemelerden 1961 Anayasası hariç, hiç biri başarılı olamamıştır. Bu en son deneme başarılı otmakta beraber, o da ifrata kaçması nedeniyle, uygulamada aksamıştır. Uzun yıllar hedefine varamayan bir gelişme sonuçta, 1961 Anayasası'nda istenen noktaya ulaşmıştır. Fakat belki de yüzyılların mücadelesinin verdiği birikimle, istenen değişikliğin dozunu kaçırmıştır. Böylece yürütme, yüz elli yıldan beri beklenen ve istenenin ötesinde, ortadan kalkma gibi, bir noktaya getirilmiştir.
Bu nedenle yeni hazırlanacak Anayasa'da toplumun tarihsel gelişme çizgisine uygun bir düzenleme yapılmasına dikkat edilmelidir. Yapılacak olan, belirli yetkilere sahip etkin bir yürütmeyi parlemantoyla bağdaştırmaktır. Bunun, başkanlık veya yarı başkanlık sistemleriyle gerçekleştirilmesi akla gelen ilk yoldur. Yalnız, gerek başkanlık, gerekse yan başkanlık sistemleri, Türkiye'nin çok uzun yıllardan beri izlediği tarihsel çizgisine uymayan sistemlerdir.
Sonra, başkanlık sistemi her ne kadar A.B.D. de yüzyıllardan beri başarıyla uygulanıyorsa da Amerika dışarıda özellikle Lâtin Amerika ülkelerindeki uygulaması hiç başarılı değildir. Nitekim bu yüzden aynı sistemi Âmerika Birleşik Devletleri dışındaki uygulamasına siyaset bilimciler, başkanlık (Presidential) sisteminden ayırmak için ayrı bir ad vermişler başkanlıksı (Presidentialiste) sistem demişlerdir. Bu, başkanlık sisteminin dejenere olmuş ve bütün yetkilerin, fiilen başkanın elinde toplanmış olduğu şeklidir.
Daha önce 1919 Weimar Anayasası'nın kabul ettiği günümüzde Fransa'nın uyguladığı yan başkanlık sistemi ise Weimar'da başarılı olamamış; Fransa'da durmadan eleştirilen bir sistemdir. Sistem olarak henüz tamamen yerleşip, son değerlendirilmesi yapılmış değildir. Fransa'da 1958 koşullarının ve General De Gaulle'ün kişiliğinin karışımıyla ortaya çıkan bu formülün, ayrı bir sistem olup olmadığı bile tartışılmaktadır. (Bk. Andre Hauriou: Droit Constitutionnel, Paris 1980, s. 881)
O halde sorunun çözümü, yepyeni bir sistem tercihinde değil, fakat bugüne kadar uygulanmak istenen ama uygulanamayan sistemle ıslahındadır. Bu sistem de baştan beri özlemi çekilen parlementer sistemdir. Yalnız, parlementer sistem öyle tesis edilmelidir ki yürütme gücü ve onun başı olan cumhurbaşkanının yetkileri artırılmalı ve İngilizlerin çok öğdükleri ''denetim ve dengeler'' (cheks and balances) mekanizması sağlam bir şakilde tesis edilmelidir.
Buraya kadar özetlediğimiz bütün bu hususları göz önünde tutarak, şimdi, Danışma Meclisi Anayasa Komisyonu'na üniversiteler, yüksek yargı organları, valilikter, çeşitli kurum ve kuruluşlardan, yeni yapılan Anayasa ile ilgili olarak gelen görüş ve önerileri inceleyebiliriz.
Sonuç
Türkiye'nin 1808 den başlayıp, 1961 e kadar gelen, 153 yıllık bir siyasal gelişme süreci vardır. Bu gelişme, 1961 Anayasası ile o zamana kadar özlenen hedefine varmıştır. Özlenen hedef, Atatürk'ün de özlemi olan: çoğulcu, özgürlükçü, demokratik rejimdir. Bununla beraber, Anayasa'nın kabulünden kısa bir süre sonra bir kesimin yeni Anayasa'ya karşı durum aldığı görülmüştür. Bu kesim 27 Mayıs 1960 hareketiyle iktidardan devrilen Demokrat Parti'nin temsil ettiği kesimdir. Ülkenin iki ana partisinden biri olan Demokrat Parti'nin yandaşlarının, 1961 Anayasası'nın yapımında dışlanmış olmalarının, bu tutumda payı bulunduğu inkar edilemez. Çoğulcu, özgürlükçü, demokratik rejimlerin işleyebilmesi, Anayasa'dan çok konsensüse dayanır. Ülkenin belli başlı siyasal güçlerinin, temel ilkelerinde birleşmedikleri bir sistem, nasıl Anayasa yapılırsa yapılsın işletilemez.
Daha yukarıda da değindiğimiz gibi, 1961 Anayasası'nın ifrata kaçan düzenlemeleri, aksayan yönleri vardır. Bu noktalar düzeltilerek Anayasa'ya işlerlik kazandırılabilir. Türkiye'nin 12 Eylül 1980 arefesindeki perişan duruma gelmesinin tek sorumlusu Anayasası değildir. O halde, yeni sistemler, yeni formüllerle sorunların çözümleneceğini sanmak, bunları çok basite indirgemek olur. En önemli nokta, ülkenin belli başlı sosyo-politik güçlerinin üzerinde anlaşacakları bir metni ortaya koyabilmektir. Bu grupları dışlayarak, konsensüs aramadan, hazırlanacak bir Anayasa ne denli mükemmel olursa olsun, uzun ömürlü olamaz.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder